“Kentlerde kimler ölü, kimler canlı artık bunu anlamanın hiçbir yolu yok.
Her kent, görünmez bir başka kenti içinde taşır.” — Italo Calvino
Kentler, geçmişte yaşanan yıkımların izlerini mekânlarında taşır; bu izler kimi zaman silinir, kimi zaman da sessiz bir hafıza mekânı olarak korunur. Geçtiğimiz yaz Mostar’ı gezerken bunun canlı bir örneğiyle karşılaştım. Bosna-Hersek’in güneyindeki Mostar’da, köprüyü geçtiğiniz anda savaşın bıraktığı izler beliriveriyor: kurşun delikleriyle dolu duvarlar, parçalanmış yapılar ve korunmuş yıkıntılar, kentin belleğinin sessiz tanıkları gibi duruyor. Kimi için bu izlerin korunması, yaşananların unutulmaması ve öfkenin diri tutulması açısından önemlidir. Kimileri ise acıları affederek bugünü yaşamak için bu anıların kentten hızla kaldırılması gerektiğini savunur. Bir başka bakış ise, bu izlerin hem hatırlamanın hem de affetmenin bir aracı olabileceği yönündedir: yani yıkımı silmeden, onun üzerine yeni anılar işlemek, hem geçmişi hem de kentin güzelliğini birlikte yaşatmak… Peki, doğru olan hangisidir; ya da tek bir doğru var mıdır?
Mostar’da savaştan kalan kurşun izleri, kentin mekânsal hafızasının bir parçası olarak korunmuş, böylece mekân geçmişin sessiz bir tanığına dönüşmüştür. Oradaki izler, savaşın dehşetinden çok, kentin eski dokusunu ve yaşam biçimlerini hatırlatan işaretlere dönüşür. Benzer bir şekilde, 2016’daki ağır yıkımın ardından Nusaybin de kurşun izlerini, parçalanmış duvarlarını ve yıkıntılarını olduğu gibi bırakmıştır. Herhangi bir karar ya da plan olmaksızın, bir tür sivil itaatsizlik gibi, kentin sakinleri bu izlerde savaşı değil, eskiden yaşadıkları sokak pratiklerini, komşuluk ilişkilerini ve aidiyetlerini hatırlamaktadır. Bu sessiz tanıklık, mekânın yalnızca travmayı değil, aynı zamanda kolektif hafızayı da taşıdığını gösterir.
Kentler, birey için yalnızca yapılar ve sokaklardan ibaret değildir; aynı zamanda kişisel hafızanın ve kolektif kimliğin taşıyıcılarıdır. Kevin Lynch’in Kent İmgesi’nde vurguladığı gibi, şehirler insanların zihinlerinde imgeler aracılığıyla anlam bulur. Bu imgeler belleğe dayanır; hafıza yoksa imge de yoktur. Dolayısıyla hafıza, kenti okunabilir ve yaşanabilir kılan temel öğedir. Nusaybin’de yollar, sınırlar, bölgeler, düğüm noktaları ve simgeler sistematik olarak silinmiş; geniş bulvarlar ve kopuk bloklar hem mekânı hem de ilişkileri uzaklaştırmıştır.
Bu bağlamda Nusaybin’in 2016’da yaşadığı yıkım, yalnızca fiziksel bir tahribat değil, kent imgesinin de parçalanmasıdır. Sokağa çıkma yasakları ve çatışmalarla birlikte kent, Lynch’in tanımladığı okunabilirliğini kaybetmiştir: yollar haritalardan silinmiş, mahallelerin tanınabilir dokusu yok olmuş, düğüm noktaları işlevsizleşmiş ve simgeler harabeye dönmüştür. Kent belleğini taşıyan avlular, sokak araları, mahalle içi geçişler, komşuluk pratiklerini mümkün kılan gündelik mikro mekânlar ortadan kalkmış; yatay yaşam kültürü, modern konut bloklarının dikey tekdüzeliğine dönüşmüştür. Böylece kentin hafızası ile birlikte gündelik hayatın dokuları da kaybolmuştur.
Lynch’in uyarısını hatırlarsak: okunabilirliği kaybolan kent, bir “labirent” hissi uyandırır. Nusaybin’in yıkım sonrası yeniden inşa süreci tam da bu kopuşu yansıtır. İnsanlar artık yalnızca fiziksel olarak değil, toplumsal olarak da yönsüzleşmiştir; kent, aidiyetin zayıfladığı, hafızanın silikleştiği bir mekâna dönüşmüştür. Bu durum, savaşın kente bıraktığı izlerle birlikte hafızayı diri tutma ile modern yeniden inşanın getirdiği unutturma arasındaki gerilimi açığa çıkarır. Çünkü her yeni inşa, aynı zamanda bir silme girişimidir; ama aynı zamanda, her taşın altında hâlâ geçmişin sesi yankılanır.
2015 yıkım öncesi Hacılar mezarlığı yolu
2016 yıkım zamanı Hacılar mezarlığı yolu
2025 günümüz dokusu Hacılar mezarlığı yolu
Disiplin Altında Bir Kent: Nusaybin ve Haussmann’ın Paris’i
Nusaybin’in yeniden inşa süreci, 19. yüzyılda Haussmann’ın Paris’te gerçekleştirdiği dönüşümü hatırlatır. Haussmann, dar ve organik sokakları yıkarak yerine geniş bulvarlar açmış, yalnızca estetik ve sağlık gerekçeleriyle değil, aynı zamanda askeri ve siyasi kontrol amacıyla kenti yeniden tasarlamıştı. Barikat savaşlarına imkân tanıyan dar sokaklar ortadan kaldırılmış, yeni bulvarlar hem ordunun ilerlemesini kolaylaştıracak hem de toplumsal hareketliliğin daha rahat denetlenmesini sağlayacak bir altyapı oluşturmuştu. Kent, bu müdahalelerle gündelik yaşamın dokusunu kaybetmiş, disiplin altına alınmış bir mekâna dönüşmüştü.
Benzer biçimde Nusaybin’de de yıkımın ardından kurulan düzen, organik sokak dokusunu ve avlulu evleri silmiş, yerlerine geniş bulvarlar ve birbirinden kopuk konut blokları getirmiştir. Bu yeni yapı, insanları bir araya getiren mekânsal pratikleri parçalamış, komşuluk ilişkilerini zayıflatmış ve toplumsal yaşamı yataydan dikeye taşımıştır. Böylece kent, yalnızca mimari bir değişim yaşamamış; toplumsal hafızayı dönüştüren ve kimliği yeniden şekillendiren bir müdahale alanına dönüşmüştür.
Yıkımdan sonra kurulan bu kentsel düzeni alt ölçekte incelediğimizde, Lynch’in tarif ettiği kent imgesinin beş bileşeninin de sistematik biçimde silindiği görülür. Yollar, artık yön bulmaya yardımcı olan gündelik güzergâhlar değil; geniş bulvarlara dönüşerek ilişkileri uzaklaştıran, belleği kıran hatlara çevrilmiştir. Sınırlar, mahalleleri birbirine bağlayan geçirgen çizgiler olmaktan çıkarılmış, yerine yeni blokların arasına konan mesafeler toplumsal ayrışmayı derinleştirmiştir. Bölgeler, bir kimlik ve aidiyet duygusu sunan mahalle dokusunu yitirerek, birbirine benzer ve kimliksiz alanlara dönüşmüştür. Düğüm noktaları, insanların bir araya geldiği meydanlar, sokak köşeleri ve geçiş mekânları ortadan kalkmış, bu boşluk yerini denetimli ve steril alanlara bırakmıştır. Son olarak simgeler—bir ağacın gölgesi, bir çeşme, bir cami avlusu ya da bir duvar izi—hafızayı taşıyan işaretler olarak değil, yok edilmesi gereken kalıntılar olarak görülmüştür. Böylece Nusaybin’in yeniden inşası, salt fiziksel bir yenileme değil; kent imgesinin bilinçli bir şekilde silinmesi ve kolektif hafızanın yeniden yazılması anlamına gelmiştir.
Arzu ve Hayal
Nusaybin’e her gidişimde, bir otogarı olsa da hep Barış Petrol’de iniyorum. Yeni açılan ve birbirine benzeyen kafelere gitmek yerine, lise yıllarımdan kalan Bahçe Kafe’ye yöneliyorum. Sınıra uğrayıp oradaki çaycıda şilan (kuşburnu) içmek ise, mekânsal olarak hiç değişmeyen tek manzaraya tutunma biçimim. Sanki bir hayalet gibi kentin eski haliyle yaşamaya devam etmeyi arzuluyorum.
Bu hissi, TOKİ’lerde yaşayanların eski Nusaybin pratiklerini yeni yaşam alanlarına taşıma çabalarında da görmek mümkün. Yeni apartman bloklarının steril mekânlarında bile eski Nusaybin’in yaşam kültürü yeniden örülüyor: TOKİ bahçelerinde avlulu evlerdeki gibi ekim yapılması, balkonların salça ve kurutmalık zamanı birer avluya dönüştürülmesi, kapı önlerinin sulanması… Mimari yataydan dikeye taşınsa da, hafıza ve alışkanlıklar bu dikey mekânlara sızıyor.
Tam da burada Calvino’nun Görünmez Kentler’inde Marco Polo’nun sözünü ettiği iki kavram akla geliyor: Arzu kentleri, insanların düşlerini, özlemlerini ve doyumsuzluklarını mekâna nakşeder; Hayal kentleri ise bilinçdışının, korkuların ama aynı zamanda özgürlüklerin kurduğu kentsel imgelerden doğar. Nusaybin’de de benzer bir durum yaşanıyor: yıkım kent pratiklerini görünmez kılmış olabilir, ama insanlar gündelik hayatlarında bu pratikleri yeniden üreterek arzu ve hayal kentlerini var ediyor. Başka bir deyişle, Nusaybin’in mekânı dönüştürülebilir, ama Nusaybinlilerin hafızasından ve gündelik pratiklerinden doğan bu “görünmez kent” asla silinemez.
Unutmak ve hatırlamak...
Derinlemesine tartışılması gereken bu bağlamdan çıkacak ilk gözlem, her kentin eski merkezinin bir noktada çöküntü alanına dönüşmesi gibi, Nusaybin’in de yıkımın yaşandığı bölgelerinin bir tür hafıza mezarlığına evrilmiş olmasıdır. Bu benzetme tesadüf değildir; zira Nusaybin’de mezarlıkların kendisi zaten anıtlaşmış birer hafıza mekânıdır. Ancak kentin yeni gelişim alanları ne eski doku ile konuşmakta, ne de mevcut kentle bütünleşmektedir. Bu durum, adeta kopuk bir “ikinci şehir” yaratmakta; kendi bağlamından uzak, steril, anonim ve yabancı bir kentsel peyzaj ortaya çıkarmaktadır.
Tam da bu noktada Connerton’un modern kent üzerine söylediği gibi, bu yeni düzen unutmayı ve unutturmayı örgütleyen bir tasarım halini alır. Mekânsal sürekliliğin kesintiye uğraması, toplumsal pratiklerin köklerinden koparılması ve kentin kendine özgü ritimlerinin kaybolması, hafızasız bir toplumu mümkün kılma arzusunu yansıtır. Bu durum, 19. yüzyılda Haussmann’ın Paris’te gerçekleştirdiği müdahaleyi hatırlatır: dar sokakların yıkılması yalnızca estetik bir dönüşüm değil, toplumsal kontrolün mekânsal bir mühendisliğiydi. Benzer şekilde Nusaybin’de de geçmişle bağların koparılması, kentin belleğinin silinmesi ve örgütlü bir toplumsal hayatın parçalanması amaçlanmıştır.
Ne var ki, bu hafızasızlaştırma girişimleri tam anlamıyla başarıya ulaşmaz. Çünkü kent, resmi planların ötesinde, gündelik yaşamın pratikleri ve halkın hafızasıyla var olmaya devam eder.
“Unutmak bu kente dayatıldı, hatırlamak onun cevabı oldu.
Nusaybin, belleğini her defasında yeniden inşa ediyor.”