“Mekân, yalnızca fiziksel bir ortam değil, toplumsal ilişkilerin, gündelik pratiklerin ve güç dinamiklerinin üretildiği bir süreçtir. Kentler, yalnızca planlanmış yapılar ve çizgilerden oluşmaz; yaşayan insanlar, karşılaşmalar ve pratiklerle sürekli olarak yeniden üretilir.”
— Henri Lefebvre, Mekanın Üretimi (1974)
Mersin, göçün yalnızca bir demografik hareket değil, kentin toprağına ve belleğine işleyen çok katmanlı bir dönüşüm olduğunu gösterir. Tece Deniz Mahallesi bu dönüşümün en güncel ve kırılgan sahnelerindendir. Bir zamanların bataklığında yükselen, hukuken tamamlanmamış ‘Emsali serbest, iskânı yok’ ama manzarasıyla meşrulaştırılan binalar, göçün klasik doğu-batı eksenini tersine çeviren yeni bir kümelenme biçimi oluşturmuştur. Burada Suriyeli ile Rus, Kürt ile Türk, Koreli ile Ukraynalı yan yana konumlanır; zeminin kuruluğu değil, belirsizliği ve iskânın yokluğu değil, imgesel değerleri yaşamı biçimlendirir.
49290 Sokak (49290 Sokak, Kuzeyden güneye doğru uzanan bu sokak, kuzeyde başka bir mahallenin sınırında başlasa ve güneye doğru çıktığında farklı bir sokak adı taşısa da, süreklilik açısından 49290 Sokak olarak varlığını sürdürür.), Bu belirsizliğin en yoğun yaşandığı mekândır. Kuzeyinde Roman gecekondu birlikleri, güneyinde Suriyeli siteleri, ortasında ise Kürt, Türk, Rus ve Koreli haneler bulunur. Yüzeyde ayrışmış görünen bu düzen, gündelik yaşamda beklenmedik temaslara yol açar. Park, pazar, yol ve sokaklar, Lefebvre’nin sözünü ettiği “sokakların toplumsal ilişkilerin üretildiği ve kontrol edildiği alanlar” olduğunu gösterir. Asıl mesele, bu karşılaşmaların eşitlikçi ve kapsayıcı bir zeminde mi, yoksa yeni sınırların kurulması pahasına mı gerçekleştiğidir. Kurumamış bataklığın kırılganlığı, toplulukların birlikte yaşam ihtimallerini simgeler; dayanışma, hukuki iskândan değil, müşterek pratiklerden doğabilir.
Dünyayı Güzellik Kurtaracak, Bir Arsayı İmara Açmakla Başlayacak Her Şey
Tece’nin özgünlüğü, farklı göç katmanlarının yan yana gelmesinde ve mekânın üretim sürecindeki kırılganlıkta ortaya çıkar. Kat karşılığı inşaat, ekonomik krizler ve hukuki aksaklıklar, mahalleyi tamamlanmamış, iskânsız ve muallakta kalan yapılarla doldurmuştur. Konut, yalnızca barınma nesnesi olmaktan çıkar; sermaye, mülkiyet ve gündelik yaşam arasındaki pazarlıkların somutlaştığı bir kriz alanına dönüşür. Yarım kalmış betonarme yapılar, kentin kırılganlığını açığa çıkaran yaralardır.
Bu kırılganlık yalnızca binalarda değil, gündelik hayatın ortak alanlarında da hissedilir. Park köşeleri, pazar yerleri ve apartman boşlukları sürekli değişen bir belirsizlik içinde var olur. Tece’de mekan, fiziksel güvensizlik kadar toplumsal sürekliliğin kırılganlığını da üretir; komşuluk, aidiyet ve dayanışma her seferinde yeniden icat edilir. Çocukların oyunları ve komşular arasındaki yardımlaşmalar, yarım kalmış binaların gölgesinde filizlenen müşterek pratiklere dönüşür.
Tece ve 49290 Sokak, göçün katmanlı mirası ile iskânsızlığın yarattığı kırılganlığı iç içe geçirerek, mekânın yalnızca fiziksel değil, toplumsal bir üretim süreci olduğunu gösterir. Eksik hukuki prosedürler ve belirsiz mülkiyet ilişkileri, mahallenin dokusunu tamamlanmamış kılarken; gündelik hayat, bu kırılganlıktan yeni müşterekler üretme potansiyelini taşır. Bu ihtimal, mekanın nasıl kullanıldığına, kimlerin bir araya geldiğine ve sokakta kurulan pratiklerin dayanışma mı yoksa ayrışma mı yarattığına bağlıdır.
Bir Sokak, Bİr Genel Kurul, Bir Kumsal
49290 Sokak, mekânsal kırılganlık ile toplumsal müştereklik arasındaki gerilimin canlı bir laboratuvarıdır. Roman çocukları, sitelerin havuzlarında telleri aşarak akranlarıyla buluşur; Suriyeli çocuklar geceleri sokakta kendi oyun evrenlerini kurar. Mekân, yalnızca sınırlarla çevrili bir alan değil; farklı kökenlerden gelen bedenlerin yan yana geldiği, birlikte oyun, sohbet ve gündelik alışkanlıklar icat ettiği bir karşılaşma mekânıdır.
Bu karşılaşmalar, yalnızca çocuk oyunlarında değil, yetişkinlerin karar alma pratiklerinde de kendini gösterir. Yarım kalmış binalar ve eksik altyapı, apartman sakinlerinin bir araya gelerek kurdukları genel kurullarını ve kolektif tartışmaları birer dayanışma pratiğine dönüştürür. Ne arsa sahibi ne müteahhit ne de yerel yönetimlerde muhatabiyet bulamayan sakinler, eksik hizmetlerin karşısında örgütlenen genel kurullar, mekânı sadece kullanılan bir yer değil, yeniden inşa edilen ve müşterekleşen bir sahneye dönüştürür.
Sonuç
Tece ve 49290 Sokak, yarım kalmış binalar, belirsiz arsalar ve kırılgan altyapı arasında şekillenen gündelik yaşamla var olur; göçün katmanlı mirası ve mülkiyetin belirsizliği, hayatı sürekli yeniden düzenlemeyi zorunlu kılar. Sahilde Ruslar yoga yaparken, Suriyeliler mangal ve nargile etrafında toplanır, Ukraynalılar kıyıyı temizler, Koreliler güneşten korunur; pazara inen sokaklarda ise Kürt pazarcılar kendi ritüellerini sürdürür. Mahalle ölçeğinde, Rusların güzellik sektöründe, Suriyelilerin yemek alanında açtığı dükkânlar aracılığıyla farklı toplulukların emeği, mahalle ekonomisini ve tüketim dengesini karma bir yapıya taşır.
Bu eşzamanlı ritimler, farklılıkları koruyarak birlikte yeni bir deneyim yaratır. Tece, kırılganlığı içinde müşterekliğin, çeşitlilik içinde bir aradalığın ve ortak bir geleceğin mümkün olduğunu gösteren canlı bir mekândır.
Connerton’un modernite ve hafıza arasındaki ilişkiye dair vurgusunu hatırlatır: Mekân, unutmaya direnen bir hafıza olarak yaşamaya devam eder ve gündelik pratikler, bu hafızanın taşıyıcısıdır. Ve işte Tece’nin iskânsız evlerinde yaşayan o kalabalık halklar, suyu birlikte taşıyıp elektriği birlikte örgütlerken, aslında farkında olmadan başka bir şey daha inşa ediyorlardı: birbirlerine tutunan bir yaşam biçimi. Devletin imza atmadığı tapuların, mühürlemediği ruhsatların, bitiremediği yolların bıraktığı boşluğu onlar komşulukla, sofralarını paylaşarak, kendi gündelik mucizeleriyle dolduruyorlardı.
Ve belki de Tece’nin en büyük sırrı buydu: Resmi defterlerde eksik, mühendislerin çizimlerinde yarım kalan bu evler, aslında hayatın en tam hâline ev sahipliği yapıyordu.
“Eksik görünen her taş, birlikte inşa edilen hayatın tamlığına işaret eder; burada hepimiz, birbirimize tutunan bir dünyanın parçasıyız.”