12 Eylül 1980 sabahı Türk Silahlı Kuvvetleri yönetime el koydu. Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ve kuvvet komutanlarının imzasıyla yayımlanan bildirilerle parlamentonun, siyasi partilerin ve sendikaların kapısına kilit vuruldu. Tüm yurtta sıkıyönetim ve sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Gerekçe “anarşi ve kardeş kavgası” olarak açıklandı. Ancak darbenin asıl etkisi, siyasal ve toplumsal hayatın tüm damarlarına nüfuz eden bir baskı rejiminin kurulması oldu.
Resmi rakamlara göre 650 bin kişi gözaltına alındı, 230 bin kişi yargılandı, 50 kişi idam edildi. Milyonlarca kişi fişlendi, on binlerce kişi işten atıldı, yüzlerce yayın ve film yasaklandı. Bu rakamların arkasında parçalanan hayatlar, yarım kalan yaşam öyküleri vardı. Darbe yalnızca siyaseti değil, günlük yaşamı da baştan aşağıya değiştirdi.
45 yıl sonra hâlâ tartışılan 12 Eylül’ün en çarpıcı boyutu, Diyarbakır 5 No’lu Askerî Cezaevi’nde yaşananlardı. Türkiye’nin pek çok cezaevinde işkence ve kötü muamele iddiaları vardı; ama Diyarbakır, vahşetin ve sistematik işkencenin sembolüne dönüştü.
Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi: Tanıklıkların Dili
Beş yıllık bir kâbustu. Amaç ulusal kimliğimizi ve kişiliğimizi yok etmekti. İnsan soyu böyle zulüm görmedi. (Eski Tutsak Adnan Güllüoğlu)
Adnan Güllüoğlu, 12 Eylül’de 30 yaşındaydı. İşkenceler yüzünden hâlâ duyma kaybı var. “Hakkarili yaşlı bir adam vardı” diye başlıyor. “Namazını kılardı, kullandığı tek bardak suydu. Bir gün bana ‘Doktor, kendimi öldürmek istiyorum’ dedi. Müslüman bir adam nasıl böyle der diye şaşırdım. Bana, ‘Eğer dener ve başaramazsam ondan korkuyorum, kesin yolunu söyle’ dedi. O anı hiç unutamıyorum.”
1983’te Dr. Adnan Güllüoğlu’nun elindeki reyhan saksısı, cezaevinin tek özgür canlısıdır. Görüşe gelen birinin getirdiği reyhan solunca tohumları saklanır. Güllüoğlu, pencerelerden gelen tozları biriktirip deterjan kutusunda toprak yapar, tohumları eker. Serpilip büyüyen reyhan, koğuştan koğuşa dolaşır. Bu küçük yaşam, ölüm ve ölüm oruçlarının gölgesinde kısa bir iyileşme aralığı sunar.
Danışman A, 14 yaşında cezaevine girdi. 45 gün boyunca işkence gördü. Nefes darlığı, böbrek rahatsızlığı, bel ağrısı kaldı. Bir gece çatıda bir kedinin miyavladığını anlatıyor:
“Koğuşta 140 kişi vardı, 50’den fazla insan birden ağlamaya başladı. O ses bize yaşamı, özgürlüğü hatırlatmıştı.”
KY, 16 yaşında yakalandı. “Çocuk olduğum için bana daha çok işkence yaptılar” diyor. Kulak zarı patladı, yıllarca idam tehdidiyle yaşadı. Bir arkadaşını hatırlıyor: Garabet Demircioğlu. Esat Oktay Yıldıran gururla “sünnet ettirdik, adını Ahmet yaptık” diyordu. “Maşallah’lı elbise giydirip zorla ismini değiştirdiler. Ona özel dayak atıyorlardı.”
Mahmut Yiğitel eşinin yanında çırılçıplak soyuldu, askıya alındı, elektrik verildi. Eşine taciz edildi. 12 yıl ceza aldı. Koğuşta yaşlı bir Yezidi olan Hasan dayıyı hatırlıyor. İşkence altında silahını kabul etmedi. Sonunda kendini uçurumdan attı, kolu bacağı kırıldı, gözü kör oldu. Sessizce bir ranzada öylece yatıyordu.
Mesut Baştürk sekiz yıl cezaevinde kaldı. “Trajedimizi komediye dönüştürerek anlatıyoruz” diyor. CHP’li Kemal Ezber’in hikâyesini hatırlıyor. Gardiyanlar hangi örgüttensin diye sorduğunda, o korkuyla “Cumhuriyet Halk Partisi örgütüyüm” demişti. Gardiyanlar bu ismi bilmedi, yeni örgüt sandılar. Ezber yüzlerce cop darbesiyle komaya girdi.
Nuri Sınır, “insan soyu böyle bir zulüm görmedi” diyor. Bir gün Yılmaz Odabaşı, onu Aziz Nesin’le buluşturdu. Anlattıkları karşısında Nesin pencereden dışarı baktı ve “Benim hayal gücümün çok geniş olduğunu sanırdım ama Kürtlerin hayal gücü benden de genişmiş” dedi. Dinlediklerine inanmadı, onları hayal ürünü sandı.
Haluk Yıldızhan koğuş rutinini anlatıyor:
“Her sabah kör jiletle tıraş, sabunsuz, aynasız. Ardından saatlerce marşlar, Nutuk okutmalar, yerinde saymalar. Kapı aniden açılır, tekmil verilir, subay göğsümüze yumrukla vurur, beğenmezse defalarca tekrar ettirirdi. İşkence sadece dayak değildi; nefes almak bile işkenceydi.”
“Ölmeyecek kadar işkenceye dayanıyorlardı”
Cezaevinde kalmış tanıklardan biri olan Hacı Amca (soyadını vermek istemiyor), işkenceleri şu sözlerle anlatıyor:
“Mahkûmlar ölmeyecek kadar işkenceye dayanıyorlardı, kendilerini vermeyecek kadar da duruyorlardı.”
Onun sözleri, işkencenin yalnızca bedenlere değil, insan ruhuna yöneldiğini gösteriyor. Dayak, elektrik verme, uykusuz bırakma, tuvalet ve temizlik ihtiyaçlarının engellenmesi, yiyeceklerin içine yabancı maddeler konulması günlük uygulamalardan bazılarıydı.
Kadın mahpusların anlatımları cezaevinin karanlık yüzünü daha da belirgin kılıyor. Tecavüz, cinsel işkence ve psikolojik baskılar, kadınların tanıklıklarında sıkça geçen detaylar. “En büyük işkence, başka kadınların çığlıklarını dinlemekti” diyenler, yaşananların ruhsal izlerinin ne kadar derin olduğunu gösteriyor.
"Hafıza mekânı ve yüzleşme çağrısı"
Bugün 45 yıl sonra Diyarbakır 5 No’lu hâlâ kapalı. Resmî olarak “Restorasyon ve Konservasyon Bölge Laboratuvarı Müdürlüğü” olarak kullanılıyor. Ziyaretçilere açık değil; yalnızca önündeki küçük tabeladan buranın bir zamanlar cezaevi olduğunu anlamak mümkün.
Mağdurlar, insan hakları savunucuları ve sivil toplum örgütleri yıllardır buranın bir “utanç müzesi”ne dönüştürülmesini talep ediyor. Böyle bir adım, hem yaşananları gelecek kuşaklara aktaracak hem de adalet arayışına sembolik bir katkı sağlayacak.
Diyarbakır 5 No’lu üzerine yapılmış önemli çalışmalar
Diyarbakır Cezaevi, çok sayıda belgesel, kitap ve araştırmaya konu oldu.
- “5 Nolu Cezaevi” (Belgesel, Çayan Demirel): Mağdurların tanıklıklarıyla hazırlanmış, dönem hakkında en kapsamlı görsel bellek çalışması.
- Bayram Bozyel – 5 No.lu (Kitap): Cezaevinde kalan bir siyasetçinin içeriden tanıklıkları.
- Tarihsel Adalet için Bellek Müzesi (Dijital arşiv): Tanıklık, belge ve dava dosyalarıyla 12 Eylül dönemini kayda geçiriyor.
Bu çalışmalar, yalnızca yaşananların belgelenmesini değil, toplumsal hafızanın inşasını da mümkün kılıyor.
Müze tartışmaları ve son gelişmeler
Son bir yılda Diyarbakır Cezaevi’nin müze yapılması yeniden gündeme geldi. Kültür ve Turizm Bakanlığı ile yerel yönetimlerin açıklamaları farklı beklentiler doğurdu. Ancak hâlen somut bir adım atılmadı.
İnsan hakları örgütleri, buranın “gerçek bir hafıza mekânı”na dönüşmesi gerektiğini vurguluyor. Amaç yalnızca turistik bir düzenleme değil; işkence ve insan hakları ihlallerinin hatırlatıldığı, yüzleşme ve eğitim mekânı olabilecek bir müze.
Birçok mağdur, “Böyle bir müze olursa giderim, benim için bir af olur” diyerek taleplerini dile getiriyor. Ancak siyasi iradenin bu cesareti gösterip göstermeyeceği hâlâ belirsiz.
12 Eylül darbesinin üzerinden 45 yıl geçti. Ama Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi’nde yaşananlar hâlâ canlı. Tanıklıklarla, kitaplarla, filmlerle ve müze tartışmalarıyla bu hafıza diri tutuluyor.
Kaynaklar:
- BBC Türkçe, “5 No’lu Cezaevi mağdurlarının gözünden Kenan Evren”
- Bianet, “Diyarbakır Cezaevi tanığı: İstisnasız her akşam eylem vardı”
- Bianet, "Diyarbakır 5 Nolu Cezaevi"
- YouTube, 5 Nolu Cezaevi belgeseli (Yön. Çayan Demirel)
- DW Türkçe, "Binbay: Diyarbakır 5 Nolu Cezaevi bir işkence laboratuvarıydı"