“Hiçbir yer tam yuva değilse, belki de aidiyet, yolda saklıdır.”
— Ursula K. Le Guin
“Ağustos sıcağında, Adana’daki küçük bir salonun içine kırka yakın kadınla sıkışmıştık. Kuzenimin gelin görmesiydi. Klima faydasız, tenimiz koltuklara yapışmış, zılgıtlarla dedikodular birbirine karışıyordu. O an fark ettim: Bir Kürt olarak uzaklaştığımı sandığım gelenekler, başka bir şehirde, başka bir biçimde karşıma çıkmıştı. Bu, yalnızca coğrafi bir süreklilik mi, yoksa taşınabilir bir kültürel hafıza mıydı?”
Kent dediğimiz şey, sadece sokaklardan, binalardan ya da planlı mahallelerden ibaret değil. O salonun sıcağında, üzerime çöken gelenekler, yüzüme çarpan anılar ve başka bir yerde tekrar eden ritüeller bana şunu hatırlattı: kentler yalnızca yaşanılan değil, taşınan ve yeniden kurulan hafızalardır. Taşındığımızı sandığımızda, aslında bazı şeyler bizimle birlikte gelir: dilimiz, sesimiz, geçmişe dair şüphelerimiz ve geleceğe dair suskunluklarımız. Kentler bu birikimlerin katmanlaştığı, farklı aidiyetlerin birbirine değdiği, bazen çakıştığı ama çoğu zaman üst üste binip sustuğu yerlerdir.
Adana’daki bir apartman dairesinde, Kürt kimliğimin gündelik pratiklerle yeniden karşıma çıkması, bu dönüşümün somut bir örneğidir. Gelin görme ritüelinin bir salona sığdırılmış hâli, bir yandan kültürel sürekliliği işaret ederken, diğer yandan mekânın aidiyetle nasıl yeniden kurulduğunu gösterir. Gelenekler, yalnızca geldikleri yere ait değildir; göçlerle, zorunlu hareketlilik ile, toplumsal hafızayla birlikte kentsel mekâna yerleşir ve burada yeni biçimlere bürünür.
Bu nedenle, kent yalnızca yaşanılan değil; aynı zamanda taşınan, hatırlanan ve yeniden kurgulanan bir hafızalar bütünüdür. Bu yazı, tam da bu çok katmanlı yapının izini sürüyor: Kentin içinde dolaşan bedenlerin taşıdığı aidiyetler, ne zaman ve nasıl kök salma arzusuna dönüşür? Ve bu dönüşümün mekânsal ve kültürel karşılıkları nelerdir?
İnsanların kimlik arayışlarında en temel sorular “Ben kimim?” ve ardından gelen “Nereye aitim?” sorularıdır. Bu sorular, bireyin sadece kimlik inşasını değil, dünyayla kurduğu varoluşsal bağı da şekillendirir. Abraham Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde aidiyet duygusu, fizyolojik ve güvenlik ihtiyaçlarının hemen ardından gelen temel bir gereksinim olarak kabul edilir. İnsan sadece yaşamak ve güvende olmakla yetinmez; aynı zamanda bir yere, bir topluluğa ve anlamlı bir bağlama ait olma ihtiyacı duyar. Bu aidiyet, bireyin kendini tanıması ve konumlandırmasıyla gerçekleşir; bir mahallede, kentte, dilde, kültürde ya da sosyal ilişkilerde somutlaşır.
Etimolojik olarak “ait olmak” Arapça kökenli “ʿāʾid” kelimesinden türemiş olup “geri dönmek, bağlı olmak” anlamlarını taşır. Bu nedenle aidiyet sadece mekânsal bir varlık değil, bir hâl, duygusal bir iz ve sürekli yenilenen bir dönüşüm olarak görülmelidir. “Hayat eve dönmektir” ifadesi, salt fiziksel mekânla sınırlı olmayıp, bireyin kendine ve kurduğu bağlara dönmesi anlamına gelir. Bu varoluşsal çağrı, aidiyetin soyut bir duygu olmaktan çıkıp, somut mekânlarla kurulan ilişkiyle anlam kazandığını gösterir.
Kentler ise sadece barınma alanları değil; aidiyetin deneyimlendiği, kurulduğu ve yeniden üretildiği sosyal-mekânsal sahnelerdir. Sharon Zukin’in Naked City adlı çalışmasında vurguladığı gibi, kentler aynı zamanda kimliklerin, kültürel hafızanın ve aidiyet duygusunun pazarlanıp şekillendirildiği karmaşık sahnelerdir. Zukin, kentsel dönüşümün bireylerin aidiyet geliştirmesini nasıl zorlaştırdığını, yerinden edilme ve yabancılaşma duygularını nasıl artırdığını gösterir. Bu bağlamda, aidiyet sadece bir mekânda yaşamak değil, o yerin dönüşümüne karşı nasıl bir duruş sergilendiğiyle de ilgilidir.
Aidiyetin derinleşmesi ve sürdürülebilirliği, kentte kurulan toplumsal ilişkiler ve mekânsal pratiklerle doğrudan ilişkilidir. Ancak günümüz kentlerinde, özellikle dijitalleşmenin hız kazandığı çağda, aidiyet ihtiyacına verilen yanıt tartışmalıdır.
Dijital çağda bireyin yerle kurduğu bağlar sorgulanmaktadır: Bir kentte yaşamak mı, yoksa bir kentle yaşamak mı? Günlük yaşamda, hızla değişen ve giderek anonimleşen kent mekânlarında bireyler çoğu zaman sokakları fark etmeden geçmekte, evlerinin penceresinden dışarıyı izlemek yerine ekranlara yönelmektedir. Bu durum, mekâna dair algıyı ve aidiyet duygusunu zayıflatmaktadır. Modern kent, bireyden pasif bir varlık değil, mobilize edilmiş, tüketim odaklı bir kullanıcı olmasını beklerken; aidiyetin kaynağı artık sadece mülkiyet veya adres bilgisi değil, gözlem, hatıra ve duygusal bağlardır. Dijital ve fiziksel alanların iç içe geçmesi, mekânsal aidiyetin çözülmesine yol açmaktadır.
Kentlerde aidiyeti pekiştiren en önemli mekânsal faktörler, sosyal etkileşimi mümkün kılan kamusal alanlar, ortak kullanım alanları ve mahalle ölçeğindeki kentsel dokulardır. Peter Dirksmeier ve Stavros Stavrides, sosyal altyapıların — parklar, meydanlar, pazar yerleri gibi kamusal mekânların — bireylerin toplumsal aidiyet duygusunu güçlendirdiğini vurgular. Bu alanlar, sadece fiziksel buluşma noktaları değil, aynı zamanda kültürel ve toplumsal hafızanın üretildiği, kimliklerin ve dayanışmanın tesis edildiği yerlerdir. Doreen Massey ise mekânı, sosyal ilişkilerin dinamik bir örgütlenmesi olarak tanımlayarak, aidiyetin mekânsal ve zamansal süreklilik içinde geliştiğine dikkat çeker.
Ancak modern kentlerin dönüşümü ve dijitalleşmenin yaygınlaşmasıyla bu kamusal mekânların işlevselliği ve erişilebilirliği azalmış; yeni yerleşim biçimleri bireysel izolasyonu teşvik eden modeller haline gelmiştir. Güvenlikli siteler, büyük alışveriş merkezleri ve kontrollü kamusal alanlar, spontane karşılaşmaları sınırlandırır ve aidiyet üretim süreçlerini zayıflatır. Ayrıca dijital platformların sosyal ilişkileri dönüştürmesi, fiziksel mekânda kurulması gereken aidiyet bağlarının zayıflamasına yol açar. Modern kentli, sosyal medya aracılığıyla birçok bağlantıya sahip olsa da, fiziksel mekânda gerçek bir aidiyet hissinden yoksun kalabilir.
Modern kentlerde aidiyet duygusunun zayıflaması, bireylerin mekânsal ve toplumsal bağlarını sarsarken, aynı zamanda “kök salma” ihtiyacını da derinleştirir. Aidiyet, bireyin kendini bir topluluğa, mekâna veya anlam sistemine bağlaması iken; kök salmak, bu bağlılığın zaman içinde yerleşip derinleşmesi, fiziksel ve kültürel olarak mekânda iz bırakmasıdır. Hızla değişen kentsel yapı, artan mekânsal geçicilik ve dijitalleşmenin yarattığı soyutlaşma aidiyetin bile kurulmasını zorlaştırmakta, kök salma neredeyse imkânsızlaşmaktadır.
Aidiyetin sürdürülebildiği sınırlı alanlarda bile kök salmanın önünde mekânsal ve sosyal engeller bulunur. Kök salmak sadece mekânda bulunmak değil, orada bir süreklilik, emek ve hafıza oluşturmaktır. Kentlerde aidiyet azaldıkça kök salma da zayıflar; aidiyet yoksa kök salmak da mümkün değildir. Bu nedenle kent planlama ve sosyal politikalar, aidiyetin yeniden inşası ve kök salmayı mümkün kılacak mekânsal, toplumsal ve kültürel altyapıları birlikte ele almalıdır.
Stavros Stavrides’in vurguladığı gibi kentler, statik ve sabit aidiyetlere hapsolmuş değil; sürekli yeniden tanımlanan, dönüşen ve çoğalan “aidiyet ağları”dır. Bu anlayış, “aid olunacak” pasif bir mekân kavrayışından uzak, bireylerin ve toplulukların aktif olarak aidiyet ürettiği, inşa ettiği ve dönüştürdüğü dinamik bir kent tahayyülüdür. Böyle bir kent sadece mekânsal sınırlarla değil, sosyal etkileşimlerle, kolektif hafızayla ve paylaşılan deneyimlerle anlam kazanır.
Bu bakış açısı, modern kentlerde kaybolmaya yüz tutan kök salma ve aidiyet duygusunun yeniden inşası için umut vaat eder. Kentlerin özgürleştirici ve kapsayıcı olması, mekânların sadece sahiplik veya mülkiyet üzerinden değil, paylaşılan pratikler ve toplumsal ilişkiler üzerinden şekillenmesiyle mümkündür. Dolayısıyla kent planlaması ve sosyal politikalar, bu sürekli üretim sürecine alan açmalı; aidiyetin kendiliğinden ortaya çıkmadığını, ancak kamusal alanların özgür ve erişilebilir kılınmasıyla mümkün olduğunu kabul etmelidir.
Sonuç olarak kentler, sabit yapılar değil; yaşayan ve yaşayanlar tarafından sürekli yeniden tanımlanan dinamik örgütlerdir. Aidiyet ve kök salma ise birbirinden ayrılamayan, kentle kurulan varoluşsal bağın iki temel boyutudur. Aidiyet, bireyin kendini toplumsal ve mekânsal bağlamda tanıması ve kabul görmesi iken; kök salma bu bağın zaman içinde derinleşip kalıcı bir varlığa dönüşmesidir. Bu nedenle kent deneyimi ancak aidiyetin güçlenmesi ve köklerin sağlamlaşmasıyla gerçek anlamını bulur; biri zayıfladığında diğeri de erir. İkisi birlikte var olur, birlikte büyür ve kent yaşamının temelini oluşturur.
Kentlere aitliğini kazanamamış, kazanıp da kök salamamışlara:
Bir anlamın peşinde olanlara, Evi ararken kendini bulanlara..
Ciran Ay Kimdir?
Ciran Ay, Mersin Üniversitesi mezunu bir şehir plancısıdır. Kentlerin kamusal ve özel alanları üzerine çalışmakta; hafıza, kimlik ve sürdürülebilirlik ekseninde araştırmalar yürütmektedir. Toplulukların kent deneyimlerini merkeze alan çalışmalarıyla, mekânın sosyal dokusunu ve aidiyet ilişkilerini inceler.