Kadın

25 Kasım gerçeği: Şiddet sistematik, adalet eksik

Kadına yönelik şiddet dünya çapında sürüyor. Mirabal Kardeşler’den bugüne uzanan hafıza, devletlerin sorumluluklarını yerine getirmediğini gösteriyor.

Abone Ol

Kadına yönelik şiddet, hiçbir zaman yalnızca bireysel öfke patlamalarından ibaret olmadı. 1960’ta Dominik Cumhuriyeti’nde diktatör Rafael Trujillo’nun hedefi haline gelip cinsel saldırı sonrası öldürülen Mirabal Kardeşler’in hikayesi, bu şiddetin politik, toplumsal ve yapısal bir mekanizma üzerinden işlediğini açık biçimde ortaya koydu. Patria, Minerva ve Maria Teresa’nın “araba kazası” raporuyla gizlenmeye çalışılan öldürülüşü, devlet eliyle beslenen erkek şiddetinin tarihsel bir örneği olarak kayda geçti. Bir yıl sonra Trujillo diktatörlüğünün çöküşünü hazırlayan bu cinayet, 1999’da Birleşmiş Milletler tarafından 25 Kasım’ın kadına yönelik şiddetle mücadele günü olarak ilan edilmesine giden yolu açtı.

Bugün dünya çapında her üç kadından biri en az bir kez fiziksel veya cinsel şiddete maruz kalırken, veriler şiddetin en çok ev içinde ve kadınların en yakınındaki erkekler tarafından uygulandığını gösteriyor. Sosyolojik açıdan bu şiddet, ataerkil güç ilişkilerinin bir sonucu. Ekonomik bağımlılık, militarist söylem, hukuki boşluklar ve erkek egemen normlar, şiddeti yeniden üreten mekanizmaları oluşturuyor. Taciz ve şiddet korkusunun kadının hareket alanını daraltması, kamusal alandaki eşitsiz temsiliyetle birleşince, şiddetin hem gündelik hayatta hem kurumsal işleyişte süreklileştiği görülüyor.

Türkiye’de tablo daha da endişe verici. Her gün “intihar etti”, “düştü”, “ölü bulundu” denilerek üstü örtülmeye çalışılan kadın ölümleri, devletin soruşturma yükümlülüğünü yerine getirmediğini gösteriyor. 2025’in ilk on ayında en az 237 kadın öldürüldü, 247 kadın ise şüpheli şekilde hayatını kaybetti. Bu sayılar yalnızca istatistiksel bir veri değil. Devletin adalet mekanizmasında süreklileştirdiği eksikliklerin, delillerin toplanmamasının, etkili soruşturma yapılmamasının ve cezasızlık politikasının şiddetin devamı için zemin hazırladığının kanıtı.

Rojin Kabaiş’in üzerinden bir yıl geçmesine rağmen aydınlatılamayan ölümü, bedeninde iki farklı erkeğe ait DNA bulguları olmasına rağmen dosyanın gereken ciddiyetle ele alınmaması, sistematik ihmalin tipik bir örneği. Benzer şekilde, Gülistan Doku’nun 2020’den bu yana kayıp oluşu, soruşturmanın uzun süre tek bir ihtimale sıkıştırılması, delillerin yeterince değerlendirilmemesi ve resmi kurumların süreci şeffaf yürütmemesi, kadınların hayatına dair en temel soruların bile yanıtsız bırakılabildiğini gösteriyor. Soruşturmanın geciktirilmesi, delillerin gerektiği gibi değerlendirilmemesi ve kamu baskısı olmadan ilerleme kaydedilememesi, Türkiye’de kadınların neden “şüpheli” şekilde öldüğünü açıklayan yapısal bir soruna işaret ediyor. Rabia Naz davasında eksik soruşturma yürütüldüğüne dair Anayasa Mahkemesi kararı ve aileye verilen tazminat da bu kurumsal aksaklığın yıllarca sürdüğünü teyit etti.

Şiddetin kaynağına bakmadan gerçeği anlamak mümkün değil
Kadınların neden şiddete maruz kaldığı sorusuna, Kadının İnsan Hakları Derneği ve Mor Çatı’nın hazırladığı kampanya çok net bir yanıt veriyor: Erkekler kadınlara şiddet uygulamayı hak gördükleri için. Bu vurgu, şiddetin bireysel psikoloji ile açıklanamayacağını; kadınların eşit görülmediği bir zihniyetin ürettiği sistematik bir güç kullanımına işaret ediyor. Şiddetin fiziksel, psikolojik, ekonomik, cinsel ve dijital boyutları, erkeklerin “seçerek” uyguladığı kontrol mekanizmalarının parçaları. Hangi kadına, nerede, ne zaman, hangi yöntemle şiddet uygulanacağı da bu güç ilişkisi içinde belirleniyor.

Bu nedenle şiddet haberlerini “aile içi tartışma”, “ani öfke”, “ruhsal sorun” gibi ifadelerle normalleştiren dil, sorunun kaynağını perdeleyen bir söylem üretiyor. Şiddeti bireysel patolojiye indirgemek, erkeklerin kadınları eşit görmeyen konumunu ve bu konumu besleyen devlet politikalarını görünmez kılıyor. Oysa kadına yönelik şiddeti ayrı bir kategori olarak ele almanın nedeni tam da burada yatıyor: Şiddet, kadınların bedenini ve hayatını denetlemek, cezalandırmak ve bastırmak için sistematik biçimde kullanılıyor.

İstanbul Sözleşmesi’nin tarif ettiği gibi şiddetle mücadele ancak toplumsal cinsiyet eşitliğini tanıyan bir yaklaşımla mümkün. Koruma mekanizmalarının işletilmesi, faillerin cezalandırılması, kadınların hukuki ve sosyal desteklere erişebilmesi ve kamu kurumlarının koordineli çalışması, devletlerin yerine getirmek zorunda olduğu yükümlülükler. Bu adımlar atılmadığında istatistikler yalnızca şiddetin değil, devletin süreklileştirilen ihmalinin de kaydına dönüşüyor.

Kürt kadınlarının direnci: yarayı gizlemek değil, yapıyı ifşa etmek


Türkiye’de şiddetle mücadelede Kürt kadınlarının deneyimi, kesişimsel bir eşitsizlik analizini zorunlu kılıyor. Ataerkil normlarla mücadele ederken aynı anda bölgesel çatışmaların etkileri, politik baskılar, ekonomik eşitsizlikler ve sosyal dışlanma ile yüzleşen Kürt kadınlarının mücadelesi, çok katmanlı bir direnişi temsil ediyor. Yerel örgütlenmeler, kadın dernekleri ve danışma merkezleri yalnızca destek mekanizmaları değil; aynı zamanda toplumsal dönüşümün yerelden yükselen araçları olarak öne çıkıyor.

Eş başkanlık sistemi, kadın meclisleri ve kadın odaklı politikalar, kamusal alanda kadınların görünürlüğünü artırarak şiddetin “özel alan” olmaktan çıkarılmasına önemli katkı sağladı. Kadınların yerel yönetimlerde söz sahibi olması, şiddeti besleyen ataerkil yapının doğrudan siyasal alanda da tartışılmasını mümkün kıldı. Buna rağmen, merkezi iktidarın politik baskıları, kadın kazanımlarını geri almaya ve feminist mücadelenin alanını daraltmaya devam ediyor.

Bu süreç, kültürel hafızada da yankı buluyor. Dengbêj anlatılarındaki güçlü kadın figürleri, masallarda ve halk anlatılarında yer alan direniş kodları, Kürt kadınlarının şiddete karşı mücadelesinde tarihsel bir zemin oluşturuyor. Bu kültürel ve politik miras, 25 Kasım’ın bölgede yalnızca anma günü değil, aynı zamanda toplumsal dönüşüm talebinin yüksek sesle dile getirildiği bir eylemlilik gününe dönüşmesine neden oluyor. “25 Kasım, Kürt kadınının yarasını değil; direnişinin sesini büyüttüğü gündür” cümlesi, tam da bu nedenle sadece duygusal değil, politik bir tespit.

Şüpheli ölümler: kadınların ölümü şüpheli, ihmal kesin


Şüpheli bırakılan kadın ölümleri yeni cinayetlerin zemini haline geliyor. Ayşe Tokyaz cinayetinden sonra fail Cemil Koç’un, daha önce birlikte olduğu Ece Gül Övezova’nın iki yıl önce şüpheli şekilde hayatını kaybettiği ortaya çıkmıştı. Ece Gül’ün ölümü şüpheli bırakılmasaydı, Ayşe Tokyaz bugün hayatta olabilirdi. Bu örnek, cezasızlık politikasının kadınların yaşam hakkını doğrudan tehdit ettiğini gösteriyor.

Yeşim Akbaş davasında suç delillerini yok etmek, gizlemek veya değiştirmek suçlamasıyla iki polis memuruna dava açılması, kolluk kuvvetleri içinde de sorumluluğun sistematik olarak yerine getirilmediğini ortaya koyuyor. Rabia Naz davasında eksik soruşturmanın yıllarca sürmesi ve ancak yüksek yargı kararıyla tescillenmesi, adalet mekanizmasının ancak yoğun toplumsal baskı altında hareket ettiğini gösteriyor. Şule Çet davasında olduğu gibi, adalet çoğu kez kadın örgütlerinin ve kamuoyunun ısrarlı mücadelesiyle sağlanabiliyor. Gülistan Doku’nun bulunamayan bedeninin yarattığı belirsizlik ve yıllardır sonuç alınamayan soruşturma ise “şüpheli kadın ölümü” kavramının yalnızca bir vakayı değil, devletin sistematik ihmalini tarif ettiğini bir kez daha gösteriyor.

Oysa adaletin sağlanması, devletin mekanizmalarının eksiksiz ve tarafsız işlemesiyle mümkün olmalı. Kadınların öldürülmesinden sonra gerçekleri ortaya çıkarmak, failleri yargılamak ve cezasızlığı sonlandırmak devletin temel görevi. Bu görev yerine getirilmediğinde, her “şüpheli kadın ölümü” ifadesi, aslında işlenmemiş bir cinayetin, yürütülmemiş bir soruşturmanın ve işletilmeyen bir adalet mekanizmasının kaydına dönüşüyor.

25 Kasım Dünya Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü’nde kadınlar, yaşam hakkını savunmak için alanlara çıkıyor. Çünkü kadınların ölümü şüpheli, iktidarın ihmali kesin. Bu gün, yalnızca şiddetin protesto edildiği değil, hesap sorulması gereken politik sorumlulukların hatırlatıldığı bir gün. Kadınların yalnız olmadığını; farklı kimliklere, dillere ve yaşam deneyimlerine sahip kadınların aynı hedefte buluştuğunu gösteren bir ortak irade beyanı.

Şiddetsiz bir yaşam, soyut bir hayal değil. Ancak örgütlü mücadeleyle, eşitlik ve adalet talebinin ısrarla yükseltilmesiyle mümkün. 25 Kasım, geçmişin acılarını unutturmadan geleceği daha eşit, daha adil ve daha özgür kurma kararlılığının tarihsel bir notu olarak hafızada kalmaya devam ediyor.