“Lâl bir nehir akıyor. Kendi hikâyelerini şiirlerde, stranlarda, çiroklarda, ‘her kıvrımında’ saklayan bu su geçmişi anlatıyor ama sessizce.” Rezzan Gümgüm
Dicle’nin en temel sorunu, aslında tam da bu sessizlikle ilgili. Resmî kayıtlarda ‘dere’ olarak tanımlanıyor. Böylece “Kıyı Kanunu” gibi koruma yasaları uygulanamıyor. Yani Dicle, en kadim su yollarından biri olmasına rağmen hukuki bir statüden yoksun. Bu durum, kıyıların yapılaşmaya ve betonlaşmaya açılmasına neden oluyor. “Dicle’nin bu statüsüzlüğü yalnızca ekosistemi değil, bu coğrafyanın kültürel ve toplumsal hafızasını da görünmez kılıyor.”
Yürüyüş, Diyarbakır’ın sıcak günlerinde surların gölgesinden başlayıp Hevsel Bahçeleri’ne ve Dicle kıyısına uzanıyor. Görülen yalnızca manzara değil, kaybolmaya yüz tutmuş bir hafıza. “Dicle sadece bir su kaynağı değil, yaşamın kendisi; ancak baraj yapımları, kıyılara dökülen beton bantlar, tarımsal kimyasallar, her türlü atık ve kontrolsüz yapılaşma gibi unsurların olumsuz etkileriyle hem suyu hem de canlılığını kaybetme riskiyle karşı karşıya.”
Bu satırlar Rezzan Gümgüm’ün Manifold’da yayımlanan yazısından. Yazar, Dicle’nin sessizliğini yalnızca ekolojik değil, toplumsal bir kayıp olarak da yorumluyor.
Hevsel Bahçeleri de bu belleğin bir parçası. “Tarihi surlar ile Dicle Nehri arasındaki yeşil hattı oluşturan Hevsel Bahçeleri binlerce yıldır bu nehirle iç içe geçmiş bir yaşam alanı. Kadınların nesiller boyu sürdürdüğü bitki toplama, şifalı otları tanıma seremonileri ve doğayla kurdukları karşılıklı ilişki bu alanın belleğini oluşturuyor.” Ama bugün, monokültür tarımı ve ekonomik baskılarla bu çeşitlilik sessizce azalıyor.
Gümgüm, Dicle ile Munzur’u yan yana düşünerek bir başka katmanı açıyor: “Munzur ile Dicle coğrafyada ayrı düşse de ruhen ve kültürel olarak aynı kaynaktan beslenir. Munzur Vadisi berrak ve soğuk sularıyla, çeşitliliğiyle direnen bir anlatı taşır. Yine de Munzur’un suları Peri’den Murat’a, Murat’tan Fırat’a karışarak Mezopotamya’ya iner; Dicle’yle yan yana akmasa da aynı hafızada buluşur.”
Bu karşılaştırmada, doğanın sesine kulak vermek kadar onu bir hak öznesi olarak görmek gerektiği vurgulanıyor. Mehmed Uzun’un sözleriyle: “Her dağın dili vardır, her derenin adı. Biz onların adıyla yaşarız bu coğrafyada. Dağların, suların, rüzgârların bizimle konuştuğunu unutan halklar kim olduğunu da unutur.”
Sonunda sessizlik, yok sayılacak değil, dinlenecek bir şey olarak kalıyor. “Yürüyüş boyunca suskunluğuna eşlik etmeyi seçtim. Onu bastırmak değil onunla kalmak, ona alan açmak. Su gibi: Kalıba sığmayan, her boşluğu dolduran ama sustuğunda dahi varlığını hissettiren...”