28 Kasım 2015’te Diyarbakır’ın Sur ilçesinde yaptığı basın açıklamasının hemen ardından vurularak öldürülen Tahir Elçi’nin ölümünün üzerinden tam on yıl geçti. Aradan geçen zamana rağmen dosyada hâlâ hiçbir fail ortaya çıkarılmadı, hiçbir sanık ceza almadı ve olayın nasıl gerçekleştiğine dair en kritik sorular yanıtlanmadan kaldı. Türkiye’nin en görünür insan hakları savunucularından biri olan Elçi, son sözlerinde yaşanan çatışmanın tarihi Sur bölgesini nasıl yok ettiğini anlatmaya çalışıyordu. O konuşmanın birkaç saniye sonrasında açılan ateş ve kameralardaki kesintiler, bir insanın değil aynı zamanda bir hafızanın da ortadan kaldırıldığı bir ana dönüştü.
Elçi’nin ölümüne ilişkin soruşturmanın seyri başından beri ciddi tartışmalarla ilerledi. Olay yerinde bulunan delillerin büyük kısmının toplanmaması, mermi çekirdeğinin hâlâ bulunamamış olması, polis kameralarında tespit edilen saniyelik kesintiler ve çevredeki kamera görüntülerinin eksikliği, dosyayı baştan sona gölgeledi. Diyarbakır Barosu’nun, Londra Üniversitesi Adli Mimarlık ekibine hazırlattığı rapor, Elçi’nin ölümüne neden olan kurşunun olay yerindeki üç polisin silahından birinden çıkmış olabileceğini ortaya koysa da, soruşturmanın yönü değişmedi. İddianame 4,5 yılda tamamlandı ve yalnızca “bilinçli taksirle ölüme neden olmak” suçlamasıyla açıldı. Dava ise 2024’te polislerin beraatiyle sonuçlandı. Aile bu kararı istinafa taşıdı; istinafın reddi üzerine dosya şimdi Anayasa Mahkemesi’nin önünde.
Elçi’nin hayatı, ölümünün ardından yeniden hatırlanan bir mesleki özgeçmişten ibaret değil. O, özellikle 1990’ların en sert dönemlerinde kayıplar, işkence, köy yakmalar ve faili meçhul cinayetlerle ilgili yüzlerce dosyada çalışan bir avukattı. İnsanların korkudan konuşamadığı, tanıklık yapamadığı zamanlarda köylere gidip ifade toplayan; kimi zaman tehditlere rağmen adım atmaktan çekinmeyen, her ayrıntıyı defterine kaydeden biri olarak anıldı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşınan davaların büyük kısmında onun emeği vardı. Tanıklıkların kaybolduğu, belgelerin yok edildiği, adalet mekanizmalarının askıya alındığı yıllarda yürüttüğü bu çalışmalar, devlet şiddeti ve cezasızlık tartışmalarının merkezinde önemli bir hafıza oluşturdu.
Elçi’nin altını çizdiği en temel mesele, çatışmanın yarattığı tahribatın hem fiziksel hem de toplumsal anlamda derinleşmesiydi. Sur’daki basın açıklamasını da tam olarak bunun için yapıyordu. İlçenin tarihi dokusu çatışmalarla büyük ölçüde tahrip olmuş, siviller zarar görmüş, bölge adeta bir savaş alanına dönmüştü. Elçi’nin sesi, tam da bu yıkımı durdurma çağrısıydı. Fakat o çağrı duyulmadı; ardından gelen kurşun ise yalnızca bir insanın hayatını değil, uzun bir mücadelenin de en önemli temsilcilerinden birini hedef aldı.
Bugün, Elçi’nin ölümünün üzerinden on yıl geçmişken, ortada hâlâ yanıtlanmamış sorular duruyor. Vurulma anına dair net bir görüntü yok. Mermi çekirdeği yok. Delillerin neden toplanamadığı açıklanmış değil. Tanıkların neden dinlenmediği bilinmiyor. Bu eksiklikler, yalnızca bir cinayetin karanlıkta kalmasının değil, Türkiye’de cezasızlık mekanizmasının nasıl işlediğinin de göstergesi olarak okunuyor. Ailenin, meslektaşlarının ve insan hakları savunucularının sürdürdüğü adalet talebi, bu nedenle sadece bir kişinin ölümüyle ilgili değil; aynı zamanda hukukun varlığına dair bir talep.
Tahir Elçi’nin “Ben burada rehabilite oluyorum” sözleri, hayatını adadığı mücadelenin özeti gibiydi. Onun için hukuk bir meslek değil, toplumsal hafızayı koruma biçimiydi. Bugün geriye kalan ise hem o hafızanın yükü hem de tamamlanmamış bir adalet arayışı. On yılın sonunda değişmeyen gerçek şu: Bir ülkede bir baro başkanı sokak ortasında öldürülüyor ve bu cinayetin failleri hâlâ bulunamıyorsa, mesele yalnızca bir hukuk dosyası değil, bir rejim meselesidir. Elçi’nin bıraktığı mücadele, tam da bu nedenle bitmedi; eksik bırakılan hakikatin peşinde yürümeye devam ediyor.