113 yıl önce, 20 Ekim 1912’de Van’da dünyaya gelen Ruhi Su’nun asıl adı Mehmet’ti. Kaynaklar, onun Ermeni bir ailede doğduğunu, ailesinin tehcir yıllarında yok edildiğini ve küçük yaşta Adana’daki bir öksüzler yurduna yerleştirildiğini belirtir. Çocuk yaşta hem kimliğini hem kökünü yitiren bu başlangıç, hayatının merkezine yerleşecek “sürgünlük” hissini şekillendirdi.
Adana’daki yurtta Anadolu’nun farklı bölgelerinden gelen çocukların söylediği ezgilerle tanıştı. Bu türküler, yalnızca melodik değil, sosyolojik bir hafıza alanıydı. Halkın dilini, yasını ve sevincini taşıyan bu sözlü kültür, onun müzikle kurduğu en erken bağı oluşturdu.
Daha sonra Ankara Devlet Konservatuvarı’nda opera eğitimi aldı ve Devlet Operası’nda bas-bariton olarak sahneye çıktı. Bu dönem, Türkiye’de Batılı müzik kurumlarının yeni kurulduğu yıllara denk geliyordu. Ruhi Su, bir yandan Cumhuriyet modernleşmesinin sanatsal temsilcilerinden biri olurken, diğer yandan halk kültüründen kopmamanın yollarını aradı. Onun müzikal serüveni, Batı tekniğiyle yerli belleği bir araya getirme çabasının nadir örneklerinden biri olarak belirginleşti.
Klasik müziğin disiplinini halk ezgilerinin içtenliğiyle birleştirerek, halk müziğini hem sahneye hem akademiye taşıdı. Böylece müzik, onun için yalnızca bir sanat disiplini değil, toplumsal bir anlam taşıyan kültürel bir köprü haline geldi.
Türküyle Direniş Arasında
1952 yılında “komünistlik” suçlamasıyla tutuklanması, Ruhi Su’nun sanatında yeni bir dönemi başlattı. Beş yıllık cezaevi süreci, onu operadan uzaklaştırdı ama halk müziğiyle bağını derinleştirdi. O artık yalnızca türkü söyleyen bir sanatçı değil, ezgiler üzerinden politik bir hafıza kuran bir figürdü.
Cezaevinden sonra, halk türkülerini sistematik biçimde derlemeye başladı. Her derleme, anonimleştirilmiş bir halk sesini yeniden görünür kılma girişimiydi. Türküler onun için “halkın söz hakkı”ydı; resmi ideolojinin unutturduğu hikâyeleri geri çağırmanın bir yoluydu. 1960’larda kurduğu Dostlar Korosu’yla bu anlayışı kolektif bir forma dönüştürdü. Koronun repertuvarı yalnızca müziksel değil, aynı zamanda politik bir bildiriydi: emek, dayanışma, barış ve adalet temaları, dönemin toplumsal atmosferine karşı bir hatırlatma işlevi görüyordu.
Ancak devletin politik atmosferiyle bu yaklaşım sürekli çatışma içindeydi. 12 Eylül darbesi sonrası pasaportu iptal edildi, tedavi olması gereken hastalığı için yurt dışına çıkmasına izin verilmedi. Sanatçının bedenine yönelen bu engelleme, aslında sesine yönelmişti. 20 Eylül 1985’te hayatını kaybettiğinde pasaportu hâlâ verilmemişti.
Ruhi Su’nun ölümü, aynı zamanda Türkiye’de halkın bastırılmış muhalefetinin sembol anlarından birine dönüştü. İstanbul’daki cenazesi, 12 Eylül sonrasında binlerce kişinin sokağa çıktığı ilk büyük kitlesel protestolardan biri oldu. Yüzlerce kişi gözaltına alındı, mezarı yıllar içinde defalarca kurşunlandı. Ancak onun sesi susturulamadı; halkın hafızasında yaşamaya devam etti.
Bir Mirasın Sessiz Yankısı
Ruhi Su, ardında onlarca 45’lik, uzunçalar ve korolu çalışma bıraktı. Ancak mirası, notaların ötesindeydi. O, müziği yalnızca bir sanat pratiği olarak değil, bir toplumsal vicdan aracı olarak tanımladı. Türküleri, modern Türkiye’nin bastırılmış sınıfsal ve kültürel seslerini duyulur kıldı.
Halk müziğine getirdiği yorum, ideolojik bir sınırın ötesindeydi: O, türküleri folklor malzemesi olarak değil, yaşayan bir halk dili olarak ele aldı. Bu nedenle Ruhi Su, ne tamamen gelenekçi ne de salt modernist bir figürdü; ikisinin arasında yeni bir estetik-politik alan açtı.
Bugün onun müziği, yalnızca bir dönemin politik belleğini taşımakla kalmıyor; müziğin toplumsal adaletle, kimlikle ve hafızayla ilişkisini hatırlatıyor.
Ruhi Su’nun sesi, Anadolu halkının acısını estetiğe dönüştürmenin, baskıya karşı belleği müzikle korumanın simgesi olarak varlığını sürdürüyor.