Bir zamanlar Diyarbakır’ın kalbine açılan Dağkapı Meydanı’nda, kentin kuzeyini saran görkemli surlar yükselirdi. Bugün o noktada sadece bir boşluk var. O boşluk, kentin kaybolan taşlarından çok, silinen bir hafızasına işaret ediyor.

1932 yılıydı. Dönemin Diyarbakır Valisi, “şehir hava almıyor” diyerek surların yıkılmasını emretti. Gerekçe, kentin modernleşmesi ve “çağdaş” bir görünüme kavuşmasıydı. Ancak bu kararın ardında, yalnızca mimari değil, ideolojik bir dönüşümün izleri saklıydı.

Suriçi’nde takas pazarı: Paylaşımın yeni yüzü
Suriçi’nde takas pazarı: Paylaşımın yeni yüzü
İçeriği Görüntüle

Cumhuriyet’in ilk yıllarında Türkiye, modernleşme ateşiyle yanıyordu. Yeni rejim, eskiyi geride bırakmayı, geçmişi unutturmayı ve Batılı normlara uygun kentler kurmayı hedefliyordu. Taş surlar, dar sokaklar, geleneksel yapılar bu hedefin önünde “geri kalmışlık” sembolleri olarak görülüyordu. Diyarbakır da bu dönüşümün merkezlerinden biri oldu.

Valinin “şehir hava almıyor” gerekçesiyle başlattığı yıkım, aslında yalnızca fiziksel bir müdahale değildi; kent belleğine açılmış bir yara gibiydi. Bu dönemde benzer sahneler Türkiye’nin birçok kentinde yaşandı. Aynı yıllarda Antalya surları da “şehir meltem almıyor” bahanesiyle yıkıldı. Modern şehir imajı uğruna, yüzyıllık taşlar birer birer yerle bir edildi.

Diyarbakır’daki yıkımın önüne geçmek isteyenlerin başında ise bir yabancı vardı: Fransız arkeolog Albert Gabriel. Türkiye’de uzun yıllar çalışan Gabriel, Diyarbakır surlarının tarihsel değerini fark etmiş, yıkım kararına karşı Ankara’ya rapor göndermişti. Onun çabaları sayesinde surların tamamı yok olmaktan kurtuldu. Ancak artık çok geçti. Dağkapı surlarının önemli bir bölümü yıkılmış, kentin silueti değişmişti.

O dönemde surların yerine modern bir şehir planı hazırlanmış, bu yeni alanın adı da ironik biçimde “Yenişehir” konulmuştu. Yenişehir, bir anlamda “eski”nin küllerinden doğan, ancak o küllerin hatırasını da unutturan bir bölgeye dönüştü.

Bugün Dağkapı Meydanı’ndan geçenler, o taş duvarların gölgesini artık göremiyor. Fakat kentin yaşlıları, o günleri hâlâ hatırlıyor. Kimi için surlar, çocukluklarının oyun alanıydı; kimi için kente girişin görkemli simgesi. Yıkımla birlikte yalnızca taşlar değil, kuşakların ortak hafızası da silindi.

Tarihçiler, bu olayı Türkiye’nin erken Cumhuriyet döneminde yürütülen “modernleşme politikalarının mekânsal yansıması” olarak yorumluyor. Kent planlaması, o yıllarda Batı’daki örneklere öykünmüş; geniş bulvarlar, açık meydanlar ve modern kamu binalarıyla “çağdaş” bir görünüm hedeflenmişti. Ancak bu anlayış, çoğu zaman yerel kimliği, tarihsel dokuyu ve kültürel mirası yok saymıştı.

Bugünse Diyarbakır surları, UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alıyor. Yüzyıllardır kenti kuşatan bu yapılar, bir zamanlar yıkılmak istenen “eski”nin aslında ne kadar kıymetli olduğunu bir kez daha hatırlatıyor. Dağkapı surlarının yıkımı ise, geçmişle bağını koparan her modernleşme hamlesinin geride bıraktığı sessiz bir ibret hikâyesi olarak varlığını sürdürüyor.

Bir valinin “şehir hava almıyor” sözüyle başlayan süreç, Diyarbakır’ın belleğinde derin bir iz bıraktı. Bugün o boşlukta dolaşan rüzgâr, belki de gerçekten “hava alıyor” ama aynı zamanda yitirilmiş bir tarihin yankısını da taşıyor.