23 Ekim 2011’de Van ve Erciş’i sarsan 7.2 büyüklüğündeki deprem, Türkiye’nin yakın tarihindeki en yıkıcı afetlerden biriydi. 644 kişi hayatını kaybetti, 2 binden fazla kişi yaralandı. Binlerce bina yıkıldı, on binlerce insan evsiz kaldı. Ancak bu felaketin ardından hafızalarda kalan sadece yıkım değil, yükselen ırkçılık dalgası oldu.
Yardım Gecikti, Ayrımcılık Hızla Geldi
Depremin ilk saatlerinde arama kurtarma ekipleri bölgeye ulaşmakta zorlandı. Kış koşulları ağırdı, iletişim altyapısı çökmüştü. Ancak yaşanan gecikme yalnızca fiziki değildi; siyasal atmosfer de Van’a karşı mesafeli bir tutum yaratmıştı.
O dönem Türkiye, art arda yaşanan çatışmaların gölgesindeydi. Hakkari’deki askeri kayıpların ardından milliyetçi söylem tırmanmış, kamuoyunda “doğuya öfke” hâkimdi. Depremin Van’da meydana gelmesi, bu önyargıları yeniden tetikledi.
“Her Ne Kadar Van’da da Olsa…”
Bu atmosferin en görünür yansımalarından biri televizyon ekranlarında yaşandı. Habertürk spikeri Duygu Canbaş, deprem haberini sunarken şu ifadeyi kullandı:
“Deprem her ne kadar Van’da da olsa, acımız büyük.”

Bu cümle, o günlerin hafızasına kazındı. Çünkü yalnızca bir dil sürçmesi değil, o dönemin ruh halinin açık bir özeti gibiydi. “Van’da da olsa” ifadesi, acının coğrafyaya göre tartıldığı, yurttaşlığın eşitlikten uzaklaştığı bir zihniyeti temsil ediyordu.
Tepkiler üzerine Canbaş özür diledi, ancak sözler çoktan yerini bulmuştu. Deprem, “biz” ve “onlar” ayrımı üzerinden yorumlanmaya başlanmıştı.
Müge Anlı: “Taş Atacaksın, Yardım İsteyeceksin”
Benzer bir tepki, ATV ekranlarında yaşandı. Müge Anlı, depremden kısa süre sonra yaptığı açıklamada şu ifadeleri kullandı:
"Herkes haddini bilecek. Yeri geldi mi taş atacaksın, Mehmetçik'i kuş avlar gibi avlayacaksın sonra zor günlerde canım cicim deyip, yardım isteyeceksin. O polisler hemen yardımına koştu oradakilerin. O taş atanların eli kırılsın. Askerlerimize polislere zeval vermesin"

Bu sözler, depremi politik bir intikam anlatısına dönüştürdü. Oysa enkaz altındaki insanlar ne “taş atan” ne de “suçlu”ydu. Bu söylem, depremzedeleri kimlikleri üzerinden yargılayan bir nefret dilinin ekranlardan nasıl üretildiğini açıkça gösterdi.
Toroğlu’nun Skandal Yorumu: “Sevinsek mi Üzülsek mi Bilemedim”
O dönemde spor yorumcusu Erman Toroğlu da, deprem sonrası yaptığı açıklamayla tepki çekti. Toroğlu, canlı yayında şu ifadeleri kullandı:
"Deprem oluyor, bağırıyorlar; 'devlet nerde, yok mu devlet' diye. Ulan sana kaçak yapıyı yaparken devleti aramıyordun da şimdi mi arıyorsun? Niye devleti istiyorsun? O zaman işine geldi, şimdi de devleti istiyorsun"
Bu cümle, insani sınırları aşan bir soğukkanlılıkla sarf edilmişti. Bir televizyon figürünün, yüzlerce insanın öldüğü bir felaketi politik kimlik üzerinden değerlendirmesi, toplumun derin fay hatlarını görünür kıldı. Tepkiler üzerine Toroğlu geri adım attı, ancak sözleri unutulmadı.
Sosyal Medyada Nefret Dalgası
2011, sosyal medyanın Türkiye’de hızla yaygınlaştığı bir dönemdi. Twitter’da depremle ilgili dayanışma çağrıları yapılırken, aynı anda ırkçı paylaşımlar da hızla dolaşıma girdi.
Bazı kullanıcılar “Allah’ın sopası yok”, “Eden bulur”, “Van depremi PKK’ya ceza” gibi ifadelerle nefret söylemini normalleştirdi.
En çok paylaşılan mesajlardan biri şöyleydi:
“Normal günde terörist, depremde vatandaş oluyorsunuz.”
Bu cümle, yardım hakkını kimlik temelli koşullara bağlayan bir zihniyetin göstergesiydi. O günlerde binlerce kullanıcı, “Van’a yardım etmem, büyüyüp askerimizi vurmasınlar” gibi yorumlar yazdı.
Sosyal medya, dayanışma platformu olmaktan çok, önyargıların yankı odasına dönüştü.
Devletin ve Medyanın Sınavı
Depremin ardından kamu kurumlarının bölgeye geç ulaşması, eleştirilerin odağındaydı. Yardım koordinasyonu zayıf, iletişim kopuktu. Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “devlet tüm imkânlarıyla sahada” açıklaması, bölgedeki manzarayla çelişiyordu.
Kızılay’ın çadır dağıtımında yaşanan kriz de tepkileri artırdı.
Bazı gazeteler, “yardım tırları PKK tarafından engellendi” gibi doğrulanmamış haberler yayımladı. Gerçek dışı bu iddialar, bölge halkına yönelik önyargıları güçlendirdi.
Gazetecilikte temel etik ilkeler –doğrulama, tarafsızlık, insani saygı– bu süreçte ağır biçimde ihlal edildi.
İletişim akademisyenleri, Van Depremi’nin Türkiye’de afet haberciliğinde bir kırılma noktası olduğunu söylüyor. Çünkü haber dili, yardımın insani bir hak olduğunu değil, politik bir ayrıcalık gibi sunuyordu.
Sivil Dayanışmanın Sessiz Gücü
Tüm bu olumsuz tabloya rağmen, sivil dayanışma dikkat çekiciydi. Türkiye’nin dört bir yanından gönüllüler, dernekler ve bireyler bölgeye yardım gönderdi. İzmir, İstanbul, Diyarbakır, Mersin’den insanlar, battaniye, erzak, yakıt, çadır gönderdi. Vanlılar da kendi içlerinde büyük bir dayanışma ağı kurdu. Evleri sağlam kalanlar, tanımadıkları aileleri misafir etti.
Depremden sağ kurtulan bir Vanlı, o günleri şöyle anlatmıştı:
“Devletten önce komşum geldi. Üzerime düşen molozu o kaldırdı.”
Bu söz, felaketin ortasında dahi dayanışmanın nasıl yeniden doğduğunu özetliyordu.
Unutulmayan Cümleler, Kapanmayan Yaralar
Bugün, Van Depremi’nin üzerinden 14 yıl geçti. Yeni binalar yapıldı, şehir yeniden kuruldu. Ama o gün kurulan bazı cümleler hâlâ hafızalarda: “Her ne kadar Van’da da olsa…” “Taş atacaksın, yardım isteyeceksin.”
Bu sözler, yalnızca bireysel gaflar değil; sistematik bir ayrımcılığın, medyatik ırkçılığın ve toplumsal eşitsizliğin sembolleri haline geldi.
Van’dan Kahramanmaraş’a: Değişmeyen Ders
Aradan geçen yıllarda Türkiye birçok yeni deprem yaşadı. En son 2023 Kahramanmaraş Depremleri, yine geciken yardım, yine yanlış bilgi ve yine medya krizleriyle gündeme geldi. Van’dan alınmayan dersler, Kahramanmaraş’ta Antakya'da Adıyaman'da yeniden karşımıza çıktı.
Uzmanlara göre, afetler yalnızca doğa olayları değil, aynı zamanda toplumsal dayanışma testleridir. Kimlik, dil ve bölge farkı gözetmeksizin eşitlik temelinde yürütülmeyen her afet politikası, bir sonraki felakette aynı acıları tekrar ettiriyor.
Van Depremi’nin 14. yılında hatırlanması gereken en önemli şey, sözlerin de enkaz bırakabildiği gerçeğidir.




