Kültür - Sanat

Bir Halkın Sesi: Dildar ve “Ey Reqîb”in Hikayesi

Kürt ulusal marşı “Ey Reqîb”in şairi Dildar, kısa ömründe hem halkının hukukunu savundu hem de bir ulusun sesi oldu. Ölümünün yıldönümünde hatırlıyoruz.

Abone Ol

“Neden Kürtlükle silah bir arada anılıyor?
Neden özgürlük sadece savaşla mümkün görülüyor?”

Bu iki soru, Kürt halkının en bilinen marşını yazan Dildar’ın hayatını özetler. Gerçek adı Yûnis Reûf, edebiyat dünyasındaki adıyla Dildar, 20 Şubat 1918’de Güney Kürdistan’ın Koyê kentinde doğdu. Hukukçu, şair, düşünür ve genç bir siyasetçiydi. Kürt tarihinin en zorlu dönemlerinden birinde büyüdü; Osmanlı sonrası karmaşa, açlık ve yoksulluğun ortasında ailesi ayakta kalmaya çalışıyordu. Kendi sözleriyle: “Evimiz, her şeyimiz talan edilmişti. Ama ailem hayatta kalma azmini hiç kaybetmedi. Ben de o azimle büyüdüm.”

Çocuklukta Başlayan Bilinç

Dildar küçük yaşta halkının acılarını fark etti. Çocukken bile “Ez Kurdim! Ez Kurdim!” diye haykırırdı.
Ailesi, dönemin tanınmış din ve eğitim çevrelerinden birine mensuptu, ama o erken yaşta farklı bir yol seçti: kalemle direnmek. Eğitimine Ranya’da başladı, lise yıllarını Kerkük’te geçirdi. Bağdat’ta hukuk okurken edebiyata yöneldi. Fransız Devrimi tarihinden Hacî Qadirê Koyî’nin şiirlerine kadar geniş bir yelpazede okuma yaptı. Bu okumalar, onun hem hukuk bilincini hem de politik düşüncesini derinleştirdi. Bir yandan adalet arayışını hukukta sürdürürken, diğer yandan halkının diliyle konuşan bir edebiyat kurmaya çalıştı.

Kürt toplumunun geri kalmışlığını, feodal yapıyı ve eğitimsizliği en büyük sorun olarak görüyordu: “Bu halkın cehaleti, insan bedenindeki en büyük mikroptur” diyordu. Dildar için özgürlük, önce zihinde başlıyordu. Halkı, mollaların ve ağaların baskısından kurtaracak olan şeyin eğitim olduğunu savundu.

Avukat, Aydın ve Şair

1940’ta Bağdat Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne girdi. 1945’te mezun olduğunda avukat olarak çalışmaya başladı.
Hukuku, yoksul köylülerin yanında durmak için bir araç olarak gördü. Ücretsiz davalar aldı, haksızlıklara karşı durdu.
Mahkeme salonlarında savunduğu adalet, şiirlerinde bir başka biçim kazandı. Şiirlerinde onur, direniş, aşk ve yurt sevgisi temaları hâkimdi. Kürt edebiyatında klasik tarzla modern duygunun birleştiği bir geçiş döneminin öncüsü oldu.

O yıllarda Kerkük’te öğrenciyken bir grup arkadaşıyla birlikte “Darker” adında gizli bir örgüt kurdu. Daha sonra bu yapı “Hîwa” (Umut) Partisi adını aldı. Partinin amacı, Kürtlerin dört parçasında birlik ve özgürlük fikrini yaymaktı. Refîq Hilmî başkan, Dildar ise genel sekreter oldu. Bu siyasi faaliyetleri nedeniyle baskı gördü, tutuklandı.

Cezaevinde geçirdiği süre, hem sağlığını hem de hayatını değiştirdi. Ama orada yazdığı bir şiir, halkının tarihini değiştirecekti.

“Ey Reqîb”: Zindandan Yükselen Marş

1938 yılında, İran ya da Bağdat cezaevlerinden birinde, Dildar “Ey Reqîb” (Ey Düşman) adlı şiirini yazdı.


O günlerde sadece bir tutsaktı, ama kalemiyle bir ulusun kaderine dokundu.
Şiirde, düşmana karşı direnen bir halkın sesi vardı:

“Ey Reqîb! Her çendî me zindînim, ez Kurdim, ez Kurdim.”
“Ey düşman! Her ne kadar beni tutsak etsen de, ben Kürdüm, ben Kürdüm.”

Bu dizeler kısa sürede halk arasında yayılmaya başladı.
8 yıl sonra, 1946’da Qazî Muhammed’in öncülüğünde kurulan Mahabad Kürt Cumhuriyeti ilan edildiğinde, “Ey Reqîb” ulusal marş olarak seçildi. Bir şairin cezaevinde yazdığı sözler, bir halkın en güçlü sembolüne dönüştü.

Marşın bestesi ise Dildar’ın çağdaşı Şêx Hûseyn Berzencî tarafından yapıldı. Dildar’ın ailesi, onun Kerkük’te öğrenciyken şiiri yazdığını, marşın melodisinin de aynı dönemde şekillendiğini anlatır.
Bu marş, yalnızca Mahabad Cumhuriyeti’nin değil, bugün hâlâ Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin de resmi marşıdır.

Kısa Bir Hayat, Uzun Bir Yankı

Cezaevi yılları Dildar’ın sağlığını ağır biçimde bozdu. Romatizma ve kalp rahatsızlığıyla mücadele etti. Yine de çalışmaya, yazmaya ve halkı için savunuculuk yapmaya devam etti. Evlenmedi; sade bir hayat yaşadı, kitaplarını ve halkını sevdikten sonra başka bir şeye zaman bulamadı.

12 Kasım 1948’te Hewlêr’deki Hemra Sinemasında Selahaddin Eyyûbî’nin hayatını anlatan bir film izlerken fenalaştı.
Hastaneye yetiştirilemeden yolda yaşamını yitirdi. Henüz 30 yaşındaydı. Bazı tanıklar zehirlendiğini iddia etti, ama ölüm nedeni asla netleşmedi.

Önce Hewlêr’de toprağa verildi; daha sonra naaşı doğduğu şehir Koyê’ye taşındı. Bugün mezarı hâlâ oradadır.

Dildar’ın ölümü, erken kopmuş bir dal gibiydi. Ama ardında, her kuşakta yeniden söylenen bir ses bıraktı. Kürtlerin en çok tanıdığı ama en az hatırladığı isimlerden biri olarak, bugün bile sorduğu o soruyla hatırlanır:

“Neden Kürtlükle silah bir arada anılıyor?
Neden özgürlük sadece savaşla mümkün görülüyor?”

Dicle TV (@dicletvcom)'in paylaştığı bir gönderi