Türkiye televizyonları, son yıllarda yeniden “doğu hikâyelerine” yöneliyor. Taş konaklarda geçen töre dramlardan suskun kadınlara, onurlu erkeklere uzanan bu yapımlar, milyonlarca izleyiciyi ekran başına topluyor. Ancak bu dizilerin yarattığı dünya, bugünün Kürt toplumundan çok, çoğunluğun görmek istediği “doğu”yu yansıtıyor.
Gaziantep’ten Mardin’e uzanan bu hikâyelerde Kürtler var ama Kürtlük yok. Karakterler görünürde Kürt, mekânlar Kürt şehirleri, gelenekler Kürt kültüründen izler taşıyor. Fakat ne Kürtçe duyuluyor ne de politik bir gerçeklik hissediliyor. Görüntüde bir yakınlık kurulsa da, derinde süren bir mesafe dikkat çekiyor.
Gazeteci Müjgan Halis, Independent Türkçe’de yayımlanan yazısında bu temsilleri ayrıntılı biçimde analiz ediyor. Halis’e göre ekran, Kürtleri görünür kılıyor ama Kürtlüğü görünmezleştiriyor. “Ekran Kürtleri gösteriyor ama Kürtlüğü göstermiyor,” diyen Halis, bu temsillerin toplumun kültürel psikolojisine ayna tuttuğunu belirtiyor: “Ekrandaki Kürt sevilirken, sokaktaki Kürt hâlâ mesafeli bir bakışın nesnesi olabiliyor.”
“Uzak Şehir” ve “Halef: Köklerin Çağrısı”
Halis, “Uzak Şehir” ve “Halef: Köklerin Çağrısı” gibi diziler üzerinden, Türkiye televizyonlarının “güvenli egzotizm” üreten bir dil kurduğunu vurguluyor. Bu diziler, Kürt kimliğini folklorik bir süs olarak sahneye taşırken, Kürtçe’yi ve toplumsal gerçekliği dışarıda bırakıyor. “Kürt ne kadar kurguya aitse o kadar seviliyor,” diyen Halis, bu temsil biçiminin toplumun bilinçaltındaki çelişkiyi yeniden ürettiğini belirtiyor.
Bugün dizilerde anlatılan dünyanın büyük kısmı artık tarihe karışmış olsa da ekranlar hâlâ “ağa konağı” düzenini canlı tutuyor. Halis’e göre bu nostalji, seyirciye tanıdık ve rahatlatıcı roller sunduğu için tercih ediliyor: güçlü erkek, kaderine razı kadın, susan halk. Ancak bu temsil biçimi, gerçekliğin karmaşıklığını bastırıyor.
Yazar, yüzeydeki “temsili eşitlik” görüntüsünün de aldatıcı olduğunu söylüyor. Kürt karakterlerin başrolde görünmesi, Kürt coğrafyasının fonda yer alması eşitliği değil, onun simülasyonunu oluşturuyor. “Kürt kimliği bu yapımlarda gerçekten tanınmıyor; yalnızca çoğunluğun görmek istediği biçimiyle temsil ediliyor,” diyor Halis. Bu da, toplumun “öteki”ni kendi estetik filtresinden geçirerek sevdiği ama onu olduğu gibi kabullenmekte zorlandığı bir kültürel riyakârlığın göstergesi.
Halis’e göre barış sürecinin kalıcılaşması yalnızca politik değil, kültürel ve psikolojik bir eşitlenmeyi de gerektiriyor. “Gerçek barış, toplumun zihninde, ekranında, dilinde ve gündelik hayatında karşılığını bulmadıkça eksik kalır,” diyen Halis, barışın yalnızca masada değil, ekranlarda ve toplumsal vicdanda da gerçekleşmesi gerektiğini vurguluyor.
“Televizyon, toplumun vicdanına ayna tutar,” diyor Halis. “Bu aynada görünen Kürt imgesi, Türkiye’nin kendi kültürel çelişkisini yansıtıyor: Görünürlüğe izin var, farklılığa hâlâ tahammül yok. Temsile tolerans var ama eşitliğe direnç sürüyor.”
Yazı, şu soruyla bitiyor: “Bir kimliği gerçekten tanımak mı istiyoruz, yoksa onu yalnızca ekrandaki haliyle, seyirlik bir barışın dekoru olarak mı sevmeyi tercih ediyoruz?”




